tumderslerodeviniz
Hoş Geldiniz  
  Ana Sayfa
  Atatürk'ün Biyoğrafisi
  Bilimsel Yöntem
  Güzel Sözler
  Galeri
  Tarih
  Coğrafya
  Müzikler
  Edebiyat
  Kitap Özetleri
Atatürk'ün Biyoğrafisi

                                  Mustafa Kemal ATATÜRK Biyografi 

 
 

Atatürk’ün Doğumu

 
Mustafa Kemal ATATÜRK, 1881 yılında, Selanik'in Koca Kasım Paşa Mahallesi, Islahhane Caddesi üzerinde bulunan evde dünyaya geldi. Ali Rıza Bey, çocukken kazayla beşikten düşürüp ölümüne yol açtığı ve hiç unutmadığı kardeşinin ismini yeni doğan oğluna verdi: Mustafa.
 
Sarı saçlı, mavi gözlü bir bebek olan Mustafa, Rumi takvime göre 1296 yılında dünyaya geldiyse de, doğduğu ay ve gün hakkında kesin bir bilgi yoktu. Ancak kayıtlarda yer alan bilgilere göre Zübeyde Hanım oğlunu “Erbain Soğukları” sırasında doğurduğunu ve aklında kalan tarihin 23 Aralık olduğunu belirtmişti. Bu tarih takvim farkı dolayısıyla 4 Ocak 1881’i göstermektedir.
 
 

Atatürk’ün Çocukluğu ve Eğitimi

 
Atatürk mütevazı bir aileden geliyordu. Onun bu özelliğinin ileride halkın nabzını tutmasını bilmesinde, halkın eğilimlerini sezmesinde büyük faydası olacaktı. Yakınları onun bir halk çocuğu olmakla övündüğünü ifade etmişlerdi. Atatürk 4 yaşındayken kız kardeşi Makbule Boysan Atadan dünyaya geldi. Diğer kardeşlerini çocuk yaştaki ölümleri nedeniyle hiç tanıyamayan Atatürk’ün çocukluk yıllarına dair kayıtlarda yer alan bilgiler sınırlıdır. Atatürk, okul çağına geldiğinde, eğitimi konusunda annesiyle babası arasında görüş ayrılığı belirdi. Geleneklere bağlı olan ve Hacı Sofi gibi dinine bağlı bir aileden gelen Zübeyde Hanım, eğitim sisteminin karışık olduğu bu dönemde, Atatürk’ün dini eksende eğitim veren Mahalle Mektebi'ne gitmesinde ısrarcı davranıyordu. Aydın görüşlü olan Ali Rıza Bey'in tercihi ise yeni açılan ve döneme göre oldukça modern bir anlayışla kurulan Şemsi Efendi İlkokulu’ndan yanaydı. Zira okulun kurucusu olan ve okula kendi ismini veren Şemsi Efendi, okulunda ezbercilik yerine katif metodu uygulatıyordu, ayrıca okulun kız bölümünü de açmış olan aydın bir eğitimciydi. 1873 yılında Selanik’te valilik görevine başlayan Mithat Paşa, başarılarından dolayı Şemsi Efendi’ye padişah nişanı vermişti.
 
Ali Rıza Bey'in önerisiyle okul konusundaki ikilem çözümlendi. Buna göre Atatürk, önce ilâhîlerle ve dinî bir törenle mahalle okuluna başlayacak, birkaç gün sonra da Şemsi Efendi okuluna geçecekti. Şemsi Efendi Okulu’nda dönemin mahalle okullarından farklı olarak yeni öğretim metotları uygulanmakta ve kara tahta, tebeşir, silgi, öğretmen masası, okumayı kolaylaştıracak levhalar gibi yeni araçlar kullanılmaktaydı. Atatürk’ün pedagojik esaslara göre eğitim veren bu okulda öğrenim görmesi gelişmesinde oldukça etkili oldu. Zekâsı ve üstün yetenekleri ile kısa zamanda arkadaşlarının ve öğretmenlerinin sevgisini kazanan Atatürk, matematikteki üstün başarısıyla da dikkat çekiyordu.
 
Bu arada gümrük memurluğunu bırakan, kereste ve ardından da tuz işine giren Ali Rıza Bey, Rum eşkıyalar ve tuzların erimesi nedeniyle ticaret hayatından çekilmişti. Memuriyete tekrar giremeyen Ali Rıza Bey bir süre sonra hastalandı ve 1888’de hayatını kaybetti. Babası öldüğünde Atatürk 7 yaşında, kız kardeşi Makbule ise henüz 3 yaşındaydı.
 
Babasının ölümü üzerine okuldan ayrılmak zorunda kalan Atatürk ve ailesini zor günler bekliyordu. Eşini kaybettiğinde kızı Naciye’ye hamile olan Zübeyde Hanım, 1890’ta doğum yaptı. Maddî durumu yetersiz olan Zübeyde Hanım çocuklarını alarak Langaza’da tarım işiyle uğraşan ağabeyi Hüseyin Ağa’nın çiftliğine yerleşti. 1901 yılında Atatürk’ün kız kardeşi Naciye, verem hastalığına yakalanıp hayatını kaybetti.
 
 

Selanik Askeri Rüştiyesi

 
Selanik’teki halasının yanına taşındıktan sonra Mülkiye İdadisi'ne kaydolan Atatürk, bu okulda Arapça öğretmenliği yapan Kaymak Hafız’dan sopa ile dayak yiyince, zaten orada okumasını istemeyen büyükannesi onu derhal okuldan aldırdı. O dönemde okul formasını çok beğendiği komşularının oğlu Askeri Rüştiye’ye gidiyordu. Ona özenen Atatürk, asker olmasını istemeyen annesinin karşı çıkmasına rağmen, gizlice, Selanik Askeri Rüştiyesi'nin sınavına girdi. Sınavı kazandığı haberini alan Atatürk 1893’te yine gizlice bu okula kaydını yaptırdı. Selanik Askeri Rüştiyesi'nde, oldukça başarılı olan Atatürk sınıf başkanıydı ve üstün zekâsıyla matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Efendi’nin de dikkatini çekiyordu. Genç öğrencisinin yeteneklerinden oldukça etkilenen Yüzbaşı Mustafa Efendi onu benzersiz kılmak için adına “Bilgi ve erdem bakımından olgunluk ve eksiksizlik” anlamına gelen Kemal ismini ekledi. Genç Mustafa, o günden sonra Mustafa Kemal olmuştu. Atatürk, Selanik Askeri Rüştiyesi’ndeyken, matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Efendi’nin mazereti olduğu zamanlarda, onun yerine birçok kez dersi vermekle görevlendirilmişti. Zira büyük önder, bununla ilgili olarak daha sonra şunları söyleyecekti;
 
Rüştiyede en çok matematiğe merak sardım. Az zamanda bize bu dersi veren öğretmen kadar belki de daha fazla bilgi edindim. Derslerin üstündeki sorularla uğraşıyordum, yazılı sorular düzenliyordum. Matematik öğretmeni de yazılı olarak cevap veriyordu.
 
 

Manastır Askerî İdadisi

 
Makedonya’nın en gelişmiş şehri olan Selânik’te, yeni fikirlere açık bir ortamda kendini geliştirme imkanı bulan Atatürk, renkli etnik yapısıyla farklı din ve ırkların bir arada yaşadığı bu şehirde büyük bir vizyon kazandı.
 
Manastır Askerî İdadisi’ndeki eğitimi sırasında, arkadaşlarından Ömer Naci, Atatürk’ün edebiyata ilgi duymasında rol oynadı. Şiir ve hitabet sanatıyla yakından ilgilenmeye başlayan Atatürk, Namık Kemal’den ve eserlerinden ciddi şekilde etkilendi. Kitabet öğretmeni Mehmet Asım Bey, Atatürk’ün şiir ve edebiyata olan eğilimini fark edip, onunla askerlik mesleğine yönelmesi gerektiğiyle ilgili konuştu. Ancak, Atatürk için hitabet her zaman çok önemli oldu, ayrıca yazma tutkusu da devam etti. Konuyla ilgili olarak daha sonra şunları söyleyecekti:
 
Şiir yazmak hakkında idadi hocasının vazettiği memnuiyeti unutmuyordum. Fakat güzel söylemek ve yazmak hevesi bakiydi. Teneffüs zamanlarında hitabet talimleri yapıyorduk. Saati ellerimize alıyor, “Bu kadar dakika sen, bu kadar dakika ben söyleyeceğim” diye müsabaka ve münakaşalar tertip ediyorduk.
Fransızca öğretmeni Yüzbaşı Naküyiddin Yücekök Bey de Atatürk’le yakından ilgileniyordu. Zira Atatürk başarılı bir öğrencisiydi ve bir kurmay subayının mutlaka bir yabancı dil öğrenmesi gerektiğine inandığı için Fransızca derslerine büyük önem veriyordu. Ancak Fransızcası diğer derslerine göre zayıf olan Atatürk, bunu çözmek için tatil dönemlerinde gittiği Selanik’te College des Frères de la Salle’in özel kurslarına devam ederek lisanını geliştirdi. Yakın arkadaşı Fethi Okyar’ın da desteğiyle Fransız ihtilalinin öncüleri Voltaire, J.J. Rousseau gibi filozofları tanıdı, tarih ve siyaset konusundaki bilgisi arttı. O dönem ayrıca sonradan sürekli işbirliği yapacağı arkadaşları, Nuri Conker, Salih Bozok ve Fuat Bulca’yla da tanıştı. Atatürk’ü en çok etkileyen derslerden biri de tarihti. Zira tarih öğretmeni Kolağası Mehmet Tevfik Bey (5. Dönem Diyarbakır Milletvekili) geniş kapsamlı bir tarih vizyonu ile Atatürk’e yeni ufuklar açtı. İdadide başlayan tarih sevgisi hayatı boyunca devam etti.
 
Manastır Askerî İdadisi’ndeki eğitimi sırasında Atatürk’ü en çok etkileyen olay 1897 tarihli Türk-Yunan Savaşı olmuştu. Türk Ordusu’nun savaş meydanında parlak bir zafer kazanmasına rağmen barış masasında zararlı çıkmasına içerleyen Atatürk, coşkun bir vatan sevgisiyle dolmuştu. Bir arkadaşı ile gönüllü olarak savaşa katılmak için girişimde bulunsa da bu arzusunu gerçekleştirme imkânı bulamadı. Ancak sonsuz vatan sevgisiyle kabına sığmaz olan Atatürk’ün bu özelliği hayatı boyunca devam edecekti. Manastır Askerî İdadisi’nin en parlak öğrencilerinden biri olan Atatürk, İdadideyken, bıkıp usanmaksızın çalıştı,kendisini son derece bilinçli olarak geleceğe hazırladı. Sonunda 1898 yılının kasım ayında bütün derslerden tam not alıp, 54 kişilik sınıfın ikincisi olarak, dereceyle okulunu bitirdi.
 
Okul sicilindeki bilgilere göre Atatürk, son derece yetenekli, ama kendisiyle kolayca samimi ilişkiler kurulması güç bir karaktere sahipti. İdadî öğrenimi boyunca, vatansever, kendini her konuda geliştiren, ilerleme tutkusuyla dolu, çalışkan, azimli, kendine güveni sonsuz, seçkin ve iyi giyinen bir öğrenci oldu. Dünyayı ve günceli sürekli olarak takip eden, çalışkanlığının yanında sosyal hayatta da oldukça başarılı olan Atatürk, dünyanın nimetlerinden faydalanan ama başarıya ulaşmak için de çok çalışan bir yapıdaydı.
 
 

İstanbul Harp Okulu ve Akademisi

 
Atatürk, İstanbul’a gelerek 13 Mart 1899’da Harp Okulu’ndaki eğitimine başladı. Apolet numarası 1283’tü. Okula başladıktan 2 ay sonra arkadaşları arasında sivrilerek sınıf çavuşu oldu. Burada yıllarca dost kalacağı arkadaşları Ali Fuat Cebesoy ve Asım Gündüz’le tanıştı.
 
Harp Okulu’ndaki birinci yılı gençlik hayalleri ve çok sevdiği İstanbul’un çarpıcı havası içinde geçiveren Atatürk, sınavlarını başarıyla vererek ikinci sınıfa başladı. İlk yıl, ağırlığı sosyal hayata vermesine rağmen oldukça başarılı olan Atatürk, İkinci ve üçüncü sınıflarda dersleriyle çok daha fazla ilgilenmeye başladı. Zira Harp Okulu’nda dereceye girmek oldukça önemliydi. Çünkü kurmay sınıfına ayrılmak okulda üstün başarı göstermekle mümkündü. Atatürk, 3. Sınıfta 459 öğrenci arasından 8. olarak dereceye girdi ve kurmaylığa hak kazandı. Sicil numarası 1317-P.8(1901-P.8)’di.
 
Mustafa Kemal 10 Ocak 1902’de teğmen rütbesi ile Harp Akademisi'nde öğrenimine başladı. Sınıfta topçu ve süvari okullarından gelenlerle birlikte 43 öğrenci vardı.
 
Mustafa Kemal Harp Akademisi'nde iken onun üstün niteliklerini ilk keşfeden Osman Nizami Paşa olacaktı. Paşa, Ali Fuat’ın babası İsmail Fazıl Paşa’nın evinde kendisini mahçubiyetle dinleyen Atatürk’le konuşup şunları söylemişti;
 
Mustafa Kemal Efendi oğlum görüyorum ki, İsmail Fazıl Paşa seni takdir etmek hususunda yanılmamış. Şimdi ben de onunla hemfikirim. Sen bizler gibi yalnız Erkân-ı Harb zabiti olarak normal hayata atılmayacaksın. Keskin zekân ve yüksek kabiliyetin memleketin geleceği üzere müessir olacaktır. Bu sözlerimi bir kompliman olarak alma, sen de memleketin başına gelen büyük adamların daha gençliklerinde gösterdikleri müstesna kabiliyet ve zekâ emareleri görmekteyim. İnşallah yanılmamış olurum.
Gelecek günler Osman Nizami Paşa’nın görüşlerini haklı çıkaracaktı.
 
Harp Akademisi’nin öğretmenleri dil bilen, iyi yetişmiş ve seçkindiler. Akademideki sınıf arkadaşı Asım Gündüz’e göre, Atatürk Fransızcasını ilerletmek için Fransız bir bayandan ders aldı. Bu dönemde Paris’teki Jön Türk gazeteleri ile Fransızca gazetelerini getirtiyor ve arkadaşlarını etkilemeye çalışıyordu. Siyasal düşüncelerinin Harbiye Okulu’nda olgunlaşmaya başladığını söyleyen Atatürk, bir yandan öğreniminde başarılı olmak için sürekli çalışıyor bir yandan da ülkenin kaderine kafa yoruyordu. Zira ülkenin siyasetinde yanlışlar olduğunu fark etmişti. Ülkedeki yanlışlar hakkında herkesin bilgi sahibi olmasını isteyen Atatürk, Harp Okulunda başladıkları el yazısı ile gazete hazırlama işine geri döndü ve gazete çıkarmaya başladı. Gazete az kullanılan bir dershanede hazırlanıyor, elden ele dolaştırılıyordu. Konuyla ilgili olarak şunları dile getirdi;
 
Binlerce kişiden ibaret olan Harbiye talebesine bu keşfimizi (Memleketin idaresinde ve siyasetinde fenalıklar olduğu konusundaki keşfi) anlatmak hevesine düştük. Mektepte el yazısıyla bir gazete tesis ettik. Sınıf dâhilinde ufak teşkilatımız vardı. Ben heyet-i idareye dâhildim. Gazetenin yazılarını ekseriyetle ben yazıyordum.
Ancak bir süre sonra durum Mektepler Nazırı Zülüflü İsmail Paşa tarafından öğrenildi. Bu durumla ilgili bilgi alan akademi komutanı bir gün ansızın dershaneye bir baskın yaptı ve öğrencileri suçüstü yakaladı. Komutan konu hakkında takibat yapmayıp sert bir ihtarla yetindi. Fakat Atatürk ve arkadaşları faaliyetlerine ara vermediler. Bir ev tutarak gazeteyi çıkarmaya devam ettiler ancak bir muhbir tarafından ele verilerek tutuklandılar. Meslek hayatlarını söndürmeyen ancak birkaç ay hapiste kalmalarına neden olan olay sonrasında serbest bırakıldılar. Mustafa Kemal 11 Ocak 1905’te üç yıllık notlarının toplamına göre akademiyi beşinci olarak bitirdi. Atatürk, Harp Akademisi yıllarını yabancı dilini geliştirerek, Namık Kemal’in düşüncelerini izleyip, bunları okul içinde yayarak geçirdi. Askeri eğitimi boyunca yabancı dil, şiir, dans, hitabet gibi o dönemin askeri öğrencisi için pek de alışık olunmayan konularla ilgilendi.
 
 

İlk Askeri Tecrübeler

 
Atatürk ilk görevi için Şam’a gönderildi. 1905–1907 yılları arasında Şam'da 30.süvari alayında bölük komutanı olarak görev yapan Atatürk, 29. süvari alayında bölük komutanı olan arkadaşı Lütfi Ümit Bey’le ev tutup birlikte yaşamaya başladı. Atatürk ilk askeri tecrübesini yaptığı Şam’daki görevini 1907'de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) olarak tamamladı. Daha sonra Manastır'da III. Ordu'ya atandı ve 19 Nisan 1909'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu'nda Kurmay Başkan olarak görev aldı. 1910 yılında Fransa'ya gönderilen Atatürk, Picardie Manevraları'na katıldı.
 
 

Komutanlık Dönemi (1911 – 1919)

 
1911’de, İtalyanların Trablusgarp'a hücumu ile başlayan Trablusgarp Savaşı'nda, Atatürk bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911'de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşı'nı kazandıktan sonra 6 Mart 1912'de Derne Komutanlığı’na getirildi.
 
Ekim 1912'de Balkan Savaşı başlayınca Atatürk, Gelibolu ve Bolayır'daki birliklerle savaşa katıldı, Dimetoka ve Edirne'nin geri alınışında önemli hizmetler verdi. 1913 yılında Sofya Ateşe Militerliği’ne atandı ve 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Hayatının ilk aşkını Sofya’da bir Bulgar kızı ile yaşadığı söylenmekteydi.
 
1914’te Birinci Dünya Savaşı başlamıştı ve Osmanlı İmparatorluğu da savaşa girmek zorunda kalmıştı. Atatürk, 19. Tümen'i kurmak üzere Tekirdağ'da görevlendirildi. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazı'nı geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan Liman Von Sanders yönetimindeki düşman kuvvetlerini, Atatürk’ün komuta ettiği 19. Tümen, Conkbayırı'nda durdurdu. Çanakkale’de kahramanca savaşan Atatürk, "Çanakkale geçilmez!" sözünün de doğduğu bu büyük askeri başarısıyla albaylığa yükseldi.
 
İngilizler 6–7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda tekrar taarruza geçmişlerdi. Anafartalar Grubu Komutanı Atatürk, 9–10 Ağustos'ta komuta ettiği ordusuyla Anafartalar Zaferi'ni kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'taki Kireçtepe ve 21 Ağustos'taki II. Anafartalar Zaferi takip etti.
 
Atatürk, Çanakkale Savaşları’ndan sonra 1916'da Edirne ve Diyarbakır'da görev aldı. 1 Nisan 1916'da tümgeneralliğe yükseldi ve Ruslarla savaşarak mus ve Bitlis'in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep'teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917'de İstanbul'a giden Atatürk, Veliaht Vahdettin Efendi'yle Almanya'ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyahatten sonra hastalanıp, Viyana'ya ve Karisbad'a giderek tedavi oldu. Atatürk, 15 Ağustos 1918'de Halep'e 7. Ordu Komutanı olarak geri döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı kahramanca savaştı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı'na getirildi ve daha sonra bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip Harbiye Nezareti’nde (Bakanlığında) göreve başladı.
 
 

Kurtuluş Savaşı Yılları (1919 – 1923)

 
Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri'nin Anadolu'yu işgal etmeye başlamaları üzerine, Atatürk, 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını" ilan edip, Erzurum Kongresi ve Sivas Kongresi’ne başkanlık etti. 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında toplanan Erzurum Kongresi öncesinde, Osmanlı ordusunu bırakıp, Kuvayi Milliye lideri oldu. Kuvayi Milliye Arapça kökenli bir sözcüktü ve ulusal kurtuluş ordusu anlamına geliyordu. Atatürk’ün Kuvayi Milliye tanımı şu şekildeydi:
 
Hükümet merkezi düşmanların şiddetli çemberi içindeydi. Siyasal ve askeri bir çember vardı. İşte böyle bir çember içinde yurdu savunacak, ulusun ve devletin bağımsızlığını koruyacak kuvvetlere emrediyorlardı. Bu biçimde yapılan emirlerle, devlet ve ulusun araçları temel görevlerini yapamıyorlardı. yapamazlardı da. Bu araçları savunmanın birincisi olan ordu da ordu adını korumakla birlikte, elbette temel görevini yerine getirmekten yoksundu. İşte bunun içindir ki yurdu savunmaktan ve korumaktan ibaret olan temel görevi yerine getirmek, doğrudan, doğruya ulusun kendisine kalıyordu… İşte buna Kuvayi Milliye diyoruz.
Kuvayi Milliye sırasında Atatürk kendisine ilk nüfus kaydını ve nüfus cüzdanını verecek olan Erzurum'un manevi hemşerisi seçildi. 4 – 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesi için çalıştı. 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılanan Atatürk, 23 Nisan 1920'de “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” diyerek Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açtı. 
 
Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın önemli aşamaları ise şöyleydi:
 
•Sarıkamış (20 Eylül 1920), Kars (30 Ekim 1920) ve Gümrü'nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı
•Çukurova, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Şanlıurfa savunmaları (1919- 1921)
•I. İnönü Zaferi (6 - 10 Ocak 1921)
•II. İnönü Zaferi (23 Mart - 1 Nisan 1921)
•Kütahya-Eskişehir Muharebeleri (10 - 24 Temmuz 1921)
•Sakarya Zaferi (23 Ağustos - 13 Eylül 1921)
•Büyük Taarruz, Başkomutanlık Meydan Muharebesi ve Takip Harekatı (26 Ağustos - 9 Eylül 1922)
 
Sakarya Zaferi'nden sonra 19 Eylül 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi, Atatürk'e Mareşal rütbesini ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923'te İsviçre'nin Lozan kentinde imzalanan Lozan Antlaşması'yla sona erdi. Bu anlaşma ile Sevr Antlaşması yürürlükten kalktı ve Türkiye Cumhuriyet'i Lozan Antlaşması temelleri üzerine kuruldu. New York Times Kurtuluş Savaşı’nı kazanmamız, bağımsızlığımıza kavuşmamız ve Lozan Antlaşması’nın başarısı üzerine şunları yazacaktı:
 
Lozan'ı Atatürk kazandı; son iki yüz yılda ihtiyar Asya'nın Avrupa'ya karşı kazandığı ilk zafer.
23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması yönünde en büyük adım atılmıştı ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu müjdelenmişti. Meclisin, Kurtuluş Savaşı'nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı ve 1 Kasım 1922'de hilafet ve saltanat birbirinden ayrıldı. Ardından da önce saltanat ve daha sonra da hilafet (3 Mart 1924) kaldırıldı. Gazi Atatürk, Eylül 1923'te başlattığı kurtuluş mücadelesini siyasi harekete dönüştürdü ve Türkiye’nin ilk partisi olan daha sonradan adı Cumhuriyet Halk Partisi olacak Halk Fırkası’nı kurdu. 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet (halk egemenliği) idaresi resmen kabul edildi ve Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ekim 1923 tarihinde İsmet İnönü tarafından Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk hükümeti kuruldu.
 
 

Cumhurbaşkanlık Dönemi (1923–1938)

 
Türkiye’nin ilk Cumhurbaşkanı olan Atatürk, anayasa gereğince dört yılda bir yeniden yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 1927, 1931, 1935 yıllarında olmak üzere üst üste toplam 3 kez TBMM tarafından cumhurbaşkanı seçildi. Atatürk, 15–20 Ekim 1927 tarihleri arasında Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan büyük yapıtı Nutuk'u (Söylev), 29 Ekim 1933 tarihinde de Onuncu Yıl Nutku'nu okudu. Nutuk, ulusal mücadelenin kimlere karşı, niçin ve nasıl verildiğini anlatıyordu ve mücadelenin Cumhuriyet kurulduktan sonraki aşamasında yapılması gerekenler konusunda da önemli bilgiler veriyordu. Türkiye için oldukça değerli olan bir konuşmaydı.
 
2587 sayılı kanunla 24 Kasım 1934 tarihinde ülke için yaptıkları, kazandığı zaferler ve Türklerin babası olması dolayısıyla Mustafa Kemal'e Atatürk soyadı verildi.
 
 
 

Sinsi Hastalık Siroz

 
Milli çıkarlar ve devlet işlerinde son derece titiz olan, hiç bir mazeret kabul etmeyen Atatürk, çok çalıştığı için kendi sağlığına gerektiği kadar özen gösteremiyordu. Yaşayış tarzının sağlığına verebileceği zararlara karşı kayıtsızdı. Ülkesinin çıkarlarını her şeyin üstünde görüyordu. Geceleri çok geç yatmakta, önemli bir durum olduğunda günlerce uykusuz kalarak aralıksız çalışmaktaydı. Büyük Nutku dikte ettirirken çalışanlardan bayılanlar olduğu halde, o ara vermeden dikte ettirmeye devam etmişti. Okumaya meraklı olan Atatürk ilgi duyduğu bir kitabı ne kadar hacimli olursa olsun saatlerce okur, bitirmeden bırakmazdı. Ancak 1937 yılında sağlığıyla ilgili olarak olumsuzluklar ortaya çıkmaya başladı.
 
Atatürk genç yaştayken, Manastır Askerî İdadisinde öğrenim görürken ciddi bir sıtma hastalığı geçirmişti. Trablusgarp’a giderken attan düştüğü için İskenderiye’de tedavi gördüğü Salih Bozok’un anılarında dile getirilmişti. Derne savaşlarında ise gözünden yaralanmış ve Viyana’da tedavi görmüştü. Büyük Harp sırasında başlayan böbrek rahatsızlığı ise uzun süreler devam etmiş, 1918’de Avusturya’da Karlsbad kaplıcalarında tedavi görmüştü. Atatürk’ün Millî Mücadele yıllarında da böbrek sancılarının devam ettiği, Sakarya Savaşı öncesinde üç kaburga kemiğinin kırıldığı bilinmekteydi. 1924 ve 1927 yıllarında, Cumhurbaşkanlığı döneminde, kalp rahatsızlıkları geçirdiyse de gerekli tedaviler sonucunda sağlığına kavuşmuştu. 1936 yılında soğuk algınlığı sonucu ateşli bir akciğer rahatsızlığı geçirmesine rağmen, oldukça sağlıklı görünmeyi başaran Atatürk, savaşın, mücadelenin ve zor koşulların olumsuz etkilerine rağmen yıllara meydan okuyordu. Ancak bu zorlu süreçler onu çok yıpratmıştı. Dolayısıyla 1937 yılının başlarından itibaren Atatürk’ün sağlık durumu bozulmaya, rahatsızlıklar kendini göstermeye başlamıştı. Ancak Atatürk, bu belirtilere yeterince önem vermemiş, ülke çıkarlarını kendi sağlığından üstün tuttuğu için geçici tedbirlerle yetinmişti.
 
Atatürk’ün rahatsızlığına ilk teşhisi koyan Yalova Termal Kaplıcaları Müdürü Dr. Nihat Reşat Belger’di. 22 Ocak 1938’de Dr. Belger kendisini muayene ettiğinde karaciğer büyümesi ve sertleşmesi teşhisini koydu. Atatürk içkiyi sevdiği için karaciğeri büyük zarar görmüştü. Kesin tanı için özel doktoru Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp çağrıldı ancak İrdelp’in teşhisi de farklı olmadı. Atatürk siroz olmuştu ve tedavi için ciddi bir perhiz ve istirahat gerekliydi.
 
Atatürk bir kaç gün dinlendikten sonra 1 Şubat’ta Gemlik Suni İpek Fabrikası’nı, 2 Şubat’ta Merinos Fabrikasını açmak için Bursa’ya gitti. Fabrika açılışlarını yapıp, düzenlenen baloya katılan Atatürk, ertesi gün dolmabahce-sarayi’na döndüğünde bitkindi. Zatürreye yakalandı ancak on günlük bir tedaviden sonra sağlığına kavuştu.
 
25 Şubat 1938’de Ankara’da gerçekleşen Balkan Antantı toplantısına katıldı, Balkan devlet adamları ile uzun görüşmeler yaptı. Ancak tüm bu çabalar ve yoğunluk onu yormaya devam ediyordu. Hastalığının artması üzerine, 6 Mart 1938’de, Türk doktorları tarafından bir konsültasyon yapıldı ve Fransa’dan da tanınmış uzman Prof. Dr. Fiessinger davet edildi. 28 Mart 1938’de siroz teşhisini doğrulayan Fiessinger’in Atatürk’e :“Büyük kumandan büyük harpler yaptınız. Muzaffer oldunuz. Ama bu işin kumandanı da benim. Siz bana tâbi olacaksınız, bana yardım edeceksiniz” dediği söylenmekteydi. Fiessinger’in ifadesini beğenen Atatürk, onun tavsiyelerine uymaya çalıştı.
 
Hükümet ilk defa 30 Mart 1938’de, Cumhurbaşkanı Atatürk’ün hastalığı ile ilgili resmî bir bildiri yayınladı. Bildiride, Fiessinger’in muayenesi sonucunda Atatürk’ün sağlığında endişe edilecek bir durum olmadığı ifadesi yer alıyordu.
 
Ancak Atatürk, Cumhurbaşkanlığı görevini aksatmadan yürütmek ve özellikle Hatay sorununu sonuçlandırmak kararındaydı. Çünkü Fransa’nın Hatay meselesi konusundaki aldırmaz tutumundan rahatsız oluyordu. Türkiye’nin bu konudaki kesin kararlılığını göstermek için 20 Mayıs’ta Mersin’de askerî birliklerin geçit töreninde bulunup, 24 Mayıs’ta Adana’daki askerî birlikleri denetledi ancak Ankara’ya döndüğünde bitkindi. Ankara’da sadece bir gün kaldıktan sonra 26 Mayıs’ta İstanbul’a hareket etti. Bu yolculuktan sonra ulu önder Ankara’yı bir daha göremeyecekti. Deniz havasının kendisine iyi geleceği ümit edilmekteydi ve hem devlet başkanlarını orda ağırlaması hem de dinlenmesi amacıyla Savarona yatı alındı. Dünya liderlerini ağırladığı Ertuğrul isimli yat eskiyince Cumhurbaşkanlık için yeni bir yat araştırması yaptırmıştı. Değerlendirme sonrasında, Brooklyn Köprüsü’nü inşa eden mühendis John Roebling’in kızı Emily Roebling Cadwallader tarafından hizmete sokulan Savarona isimli yat satın alındı. Yat bazı döşemeleri yenilendikten sonra Atatürk’ün ölümcül hasta olduğu dönemde İstanbul’a geldi. Atatürk, Savarona’da geçirdiği altı hafta boyunca kabine toplantıları düzenledi, Romanya Kralı Carol da dâhil olmak üzere önemli konukları ve devlet başkanlarını ağırladı.
 
29 Mayıs’ta yapılan muayene sonucu karnında su toplanmaya başladığı görülen Atatürk, 1 Haziran’da Savarona yatına yerleşmiş 25 Temmuz 1938’e kadar orada kalmıştı. Ancak geminin içi yaz sıcağında kavrulmakta olduğu için, Atatürk rahatsızlandı ve 8 Temmuz’da Prof. Fiessinger 2. defa İstanbul’a geldi. Gerekli uyarılarda bulunan Fiessinger’ın mutlak istirahat önerisine rağmen, Atatürk, 9 Temmuz’da Savarona’da Bakanlar Kuruluna saatlerce başkanlık etti. Fiessinger 16 Temmuz’da 3. defa İstanbul’a gelerek, Atatürk’ün durumunun hassaslaşmakta olduğunu gördü ve Atatürk, 24/25 Temmuz gecesi Dolmabahçe sarayına nakledildi.
 
Hastalığına rağmen, Atatürk, dolmabahce-sarayi’nda Başbakanını, Bakanlarını, elçileri ve komutanları kabul ediyor ve ülke meselelerini sürekli olarak izliyordu. 3 Eylül 1938’de Hatay Devleti’nin kuruluşunu “Türkiye Cumhuriyet’inin bir başarısı olarak” coşkuyla kutladı. Sağlığı gittikçe bozulan Atatürk, 5 Eylül’de vasiyetini yazdı. 6 Eylül’de Prof. Fiessinger dördüncü defa İstanbul’a gelerek, Atatürk’ün karnında toplanan suyu alarak onu rahatlattı. 11 Eylül’de düzenlenen raporda kesin istirahat öngörüldü. Buna göre ziyaretler sınırlı tutulacak ve yatakta dinlenilecekti.
 
Sonraki günlerde karında asit toplanması ilerledi, genel durumda yorgunluk ve takatsizlik vardı. Ancak sinsi hastalık ilerlemekteydi. 16 Ekim akşamı gelen ilk ağır koma 19 Ekim’e kadar sürdü. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği, 23 Ekim gününe kadar sabah ve akşam günde iki defa sağlık durumunu belirten bildiriler yayınladı. 20 Ekim’de koma durumundan kurtulan Atatürk, eseri olan Cumhuriyetin 15. yıldönümü törenlerine katılmak ve halkıyla bütünleşmek için Ankara’ya gitmek istiyordu. Ancak bu gerçekleşmedi. 29 Ekim’de bağrından çıktığı orduya bir mesajla seslenen Atatürk şunları söyledi:
Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk Ordusu… Türk vatanının ve Türklük camiasının şan ve şerefini dâhilî ve haricî her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret vazifeni her an yapmaya hazır olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam iman ve itimadımız vardır.
1 Kasım 1938’de TBMM toplantısının açılış konuşmasını Atatürk’ün yerine Celal Bayar okudu ve Atatürk yakınlarıyla en son 6 Kasım tarihinde görüştü. 7 Kasım’da karnına 3. defa ponksiyon yapılarak su alındıktan sonra 8 Kasım’da Atatürk tekrar ağır bir komaya girdi. Saat 19 dolaylarında başlayan koma gittikçe ağırlaştı. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği 9 Kasım 1938’de saat 24’de yayınladığı bildiride “Umumî durumunun tehlikeli bir hal aldığı” nı vurguladı.
 
10 Kasım Perşembe günü tüm Türkiye Cumhuriyeti ve dünya tarifsiz bir yasa boğuldu. Sevgili Atatürk, kendisini tedavi etmeye çabalayan hekimlerinin gözyaşları arasında, saat 9.05’te hayata veda etti.
 
 

Atatürk’ün İlkeleri

 
“Atatürk’ün İlkeleri”, Türkiye Cumhuriyetinin temel prensipleridir. Atatürk'ün dünya görüşünü yansıtan ve 6 ok olarak da nitelendirilen bu ilkeler bir bütündür, birbirinden ayrı düşünülemez. Atatürk ülke yönetimindeki temel prensipleri bu 6 ilke altında toplanmıştır. Kuşkusuz Atatürk’ün ilkeleri çok daha iyi bir Türkiye Cumhuriyeti içindir.
 

Cumhuriyetçilik:

 
Çok uluslu bir imparatorluğun savaşla yıkılmasından sonra, bir milletin ayakta kalabilmesi için varını yoğunu vererek çalışmış ve savaşmış olan Atatürk, ulus devlete geçiş sürecinde Türkiye'nin ulusal kimliğini oluşturdu. Bu kimliği oluştururken, tüm vatandaşların kendi iradesiyle ülke yönetiminde etkisi olmasını gerekli gördü, halkın iradesini temel aldı. Hiç kuşkusuz bir ülkenin vatandaşları yönetimde etkin olmalıydı, sesini duyurmalıydı, kul nitelikli bir yapıda değil de yurttaş-birey olarak görülmeliydi. Atatürk bu ülkeye Cumhuriyet’i hediye ederken, sadece halkını ve vatanını düşünmüştü.
 

Halkçılık:

 
Atatürk, Cumhuriyet ilkesiyle birlikte, sosyal hayatın içinde bireylerin kendilerini özgürce ifade edebilmeleri, haklarını arayabilmeleri için kadın-erkek, genç-yaşlı tüm halka değer veren bir düşünce doğrultusunda Halkçılık ilkesine işaret etti. Halkçılık ilkesi sınıf ayrıcalıklarına ve sınıf farklılıklarına karşı olmak ve hiçbir sınıfın diğerlerinin daha üzerinde olmasını kabul etmemek demekti. Birlik fikrinin yücelten Halkçılık ilkesiyle Türkiye Cumhuriyeti ulusal bir kimlik kazandı. 1934 yılında kabul edilen bir kanun ile kadınlar seçme ve seçilme hakkını aldılar, statülerinde köklü değişiklikler oldu. Kadınları ikinci sınıf insan gören zihniyet tamamen ortadan kalktı, kadınlar sosyal hayatta yer almaya başladı. Atatürk çeşitli ortamlarda, Türkiye'nin gerçek yöneticilerinin köylüler olduğunu söylemiş ve bunu şu şekilde ifade etmişti:
Köylü Yurdun Efendisidir.
 

Laiklik:

 
İmparatorluk döneminde yobazlar ve radikal dinciler oldukça tehlikeli bir hal almışlar, bazı gruplar düşmanla işbirliği içine girmeye bile çalışmıştı. Din gibi sadece Allah ve kul arasında kalması gereken ruhani bir olguyu, devlet yönetiminde kullanmak, onu araç etmek ve küçük düşürmek demekti. Oldukça dindar bir anne tarafından yetiştirilmiş olan Atatürk, Laiklik ilkesiyle, yobazların ülke yönetiminde dini kullanmasına izin vermemiş, dini korumuştu. Bu amaçla laiklik ilkesini benimsemişti. Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıyla dini çirkin amaçlarına alet eden grupların etkisi azaldı.
 

Milliyetçilik:

 
Vatan sevgisini her şeyin üstünde tutup, vatanı için cesurca savaşmış olan Atatürk’ün milliyetçiliği ırkçı bir yapıda değil, yurtseverlikle doluydu. Bugün bir bayrak altında bağımsız olarak yaşamamız, milyon askeri komuta ederek, cephelerde kahramanca savaşarak Cumhuriyet’i kuran Atatürk sayesindedir. Atatürk’ün milliyetçiliği tüm diğer ulusların bağımsızlık haklarına saygılı ve sosyal içeriklidir. Yalnızca anti - emperyalist olmayıp aynı zamanda herhangi bir sınıfın Türk toplumunu yönetmesine de karşıdır. Türk devletinin vatanı ve halkı ile bölünmez bir bütün olduğu ilkesine dayanmaktadır.
 

Devrimcilik:

 
Atatürk'ün ortaya koyduğu önemli ilkelerden birisi olan devrimcilik, işlevi kalmamış, çağın gerisindeki kavramlar ve anlayışlar yerine değişen dünyaya uygun, akılcı kavramların benimsenmesi demektir. Bu anlamda Atatürk, geleneksel kuruluşlar yerine modern kuruluşlar inşa etmiş, ülkenin geleceği için yeni yapılanmalara gitmiştir.
 

Devletçilik:

 
Atatürk, Türkiye'nin bir bütün olarak modernizasyonunun ekonomik ve teknolojik gelişmeye önemli ölçüde bağlı olduğunu ifade etmiştir. Devletçilik ilkesini, devletin, ülkenin genel ekonomik faaliyetlerinin düzenlenmesi şeklinde yorumlamış, özel sektörün girmek istemediği, yetersiz kaldığı ya da ulusal çıkarların gerekli kıldığı alanlara girmesi konularına da değinmiştir. Devletçilik ilkesinin uygulanmasında, devlet yalnızca ekonomik faaliyetlerin temel kaynağını teşkil etmemiş, aynı zamanda ülkenin büyük sanayi kuruluşlarının da sahibi olmuştur.
 
 
Hazırlayan :  Habolock
 
 
 
 
 
   
Bugün 1 ziyaretçi (3 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol